yeni kentimde oturduğum sokağın adı fesleğen sokak ama harika balkonları olan evlerden müteşekkil olmasına rağmen 1 tane evin bile ne balkonunda ne penceresinde çiçek var. fesleğenleri üzmüşler ki fesleğen sokak demişler buraya dedim bilmem kaçıncı kez gittiğim bakkala sigara almaya giderken.
*
bu mahallede yaşlı bir kadın var. bazen köşe başındaki çeşmeden su doldururken, sokaktan geçerken, fırına ekmek almaya giderken denk geliyorum. tam tarihini unutsam da ben tam 10 yaşında iken ve 5. sınıfa gidip mavi önlüklü son yılımı yaşarken yani 1998 yılında ölen nineme çok benziyor. sanırım nineme benzeyen annemi görüyorum onda ki bu yüzden bu yaşlı kadını elinde sürekli bir şeyler taşırken her gördüğümde koşup yardım ediyorum. ninem tandırdan gelmiş de ekmek leğenini taşır gibi, annem pazardan gelmiş de elinde bir sürü poşetle eve girer gibi.
*
virgül kıştan üşür diyen ülkü tamer'i düşünüyorum. yıllar önceki 3-4 dakikalık konuşmamızda nasıl diye sormam gerekiyordu galiba. ve tom sawyer'daki huckleberry'in yazları çıplak ayakla dolaşabildigi için sevdiği cümlesi. mark twain ile konuşma şansım yok eğer star trek next generation'daki gibi sürekli konuşan her şeye burnunu sokan biriyse konuşamam da.
*
her gün bir şarkı çalıyor geri planda. daha önce buradaki uzun bir yazıda da adı geçen bir şarkı. aklımda çalmasını daha çok seviyorum ki ısrarla açıp dinlemek istemiyorum.
*
bilge karasu'yu daha çok okumaya başladım. bir yazısı var ki defalarca okusam dahi ne dediğini tam olarak algılayamadiığımı bildiğimden olsa gerek okumayı bırakıp diğer şeylerden vakit bulduğum her anda o yazıyı düşünmeye başladım. bu kente getirdiğim bu kentten aldığım bu kente gelmesini istediğim ilk kitabın karasu olmasını istediğimi şimdi bunu yazarken farkettim. ben için çok eski bir hale gelen cümlesi gibi, "konuşmak güç hantal sözcüklerle yetiniyor insan." gibi. evet....
*
askerlik ile ilgili bazı anları özlüyor, anıyor tekrar yaşamak istiyorum. ellerim cebimde bir ezginin günlüğü şarkısı tutturduğum, mehmetçik dershanesinde ders verdiğim çarşamba günlerini, lisede okuduğum ve bir daha bulamadığım kitabı o dershanenin kitaplığında bulup tekrar okuduğum, bütün devrelerimin elinde dolaşan herman hesse kitabımı okuduğum anları, emrime verilen askerlere kızdıktan sonra özür dilediğim için bana kızan komutanımı, lojman barında çalıştığım birkaç saatte kimsenin olmamasını fırsat bilerek içtiğim yarım duble rakıdan ziyade o barda içki içmenin heyecanını, depomu, açık çıkacak mı diye çekindiğim sayım günlerini ve golf sahasını. golf sahasında uzandığım anlar ve gölgesinde uyduğum çam ağacını. kozalak toplayıp onların ateşinde demlediğim çayı, kırmızı defterimi ve komutanlara aldırdığım cumhuriyet ile birgün gazetelerimi.
* 
küçük detaylara takıldığım için hiçbir şeyi olması gerektiği zamanda gerçekleştiremediğimi tam da şimdi üstünde çalıştığım projede "olmasa da olur" denilecek bir detay için saatlerdir uğraştığım anda tekrar görüyorum. olacak olan belli, "aman olmasa da olur!" deyip o kısmı kapatıp başka bir küçük detaya girişeceğim.
*
bugün yani 24 mart 2018 günü Şükrü Erbaş Haydar Ergülen ve Ataol Behramoğlu ile tanıştım. Üçünün de benim için değerli olmaları bir yanan, aslında herkes için de ne kadar değerli olduklarını görmem günün belki de ömrün güzelliklerinden biriydi. Ataol Behramoğlu'na bir şiirini ve o şiirin neden değerli olduğunu söyleyince gözlerinin dolması, konuşmaya başlamamız bir nefeslik şu ömürde gözlerime ve beynime bir mıh gibi çakılı dursun da her zorlukta aklıma gelsin, gözlerimin önünde olsun ki mücadeleyi, şiiri ve dünyanın her şeyiyle aslında güzel bir yer olabileceğini anımsayayım.
kendim için daha kişisel bir not: Behramoğlu'nuın, bir kitabını imzalayıp hediye etmesi, ona okuduğum şiirini devam ettirmesi gibi bir anım var artık.

(ennio morricone, le vent, le cri dinlerken) bir şarkıyla, öyküyle sözle, filmle şu dünyayı ve içindeki her şeyi katlanilabilir hale getiren herkese teşekkür.
*
dinleyecek herhangi bir şey bulamayınca ilk gençlik şarkılarımı dinlemeyi alışkanlık haline getirdiğimi farkettim. kıraç, haluk levent, şebnem ferah, barış manço, (babamdan kalma alışkanlıkla) bazen zeki müren, (annemden kalma alışkanlıkla) bazen tanju okan. dinlediklerimin çoğu genellikle bende kalıyor artık, ama geçen yıl koca 2 cd'den ayıklaya ayıklaya 4 şarkı bıraktığım albümü bugün yine arşivimden çıkarıp telefona kaydettim. hiçbir şey söylemeyen sadece onlarca enstrümanın sesinden ibaret bir albümden daha güzel ne olabilir ki bugünlerde. [incesaz'ın yeni albümünü 3 kez dinledim 2 şarkıyı çıkarırsam "su gibi albüm olmuş" diyorum aklıma her gelişinde. ezginin günlüğü'nün de yeni albümü çıktı bu arada, anısız mis gibi albüm olmuş o da hızlıca dinlemeden çıkardığım kadarıyla. çok çok çok sakin ve özel bir ana saklıyorum ezginin günlüğü albümünü. her şeyin "hoyratça" tüketildiği bir süreçten geçerken onu da hemen tüketmeyi sindiremiyorum içime.]
*
cambridge analytica[12345] ile tekrar patlak verse de her saniye herkes tarafından -bilerek ya da  bilmeyerek- izlendiğimiz bir dönemde olduğumuz gerçeği  olsa da sosyal medya dediğimiz mecralar artık kişisel tarih için önemli verileri içerebiliyor. mesela 5 yıl öncesinden kalma böyle ve böyle yazıları, uzun süre dinlemediğimiz, varlığını unuttuğumuz şarkılara ve evet yine unuttuğumuz fotoğraflara denk gelebiliyoruz eskiden rumuzla konuştuğumuz mecralardan her şeyimizi açık ettiğimiz mecralarda.
*
herhangi bir şehrin herhangi bir sokağındaki herhangi bir apartmanın merdivenlerine herhangi bir saatte o apartmanda oturuyormuş gibi saatlerce oturduğum zamanlarım vardı. alçak bir duvara da keza öyle.
*
insanın için açan bir şeyler var güneşli park günlerinde salincakta sallanan küçük bir kız çocuğunun. bildim.
*
kendim için uzatıp kendime notlar demeye niyetlendiğim bu yazıyı yayımlamaktan vazgeçmişken ülkü tamer'i kaybettigimizi öğrendim. bu yılın daha başlarında önce dolores o'riordan birkaç gün sonra da ursula k. le guin'i kaybettiğimizi öğrendigimde nasıl birkaç gün toparlanamamışsam bu sefer de böyle oldu. her şeyiyle olmasa da tanıdık dediğimiz insanların hayatımızdan çıkması yetmezmiş gibi o çıkışlarda turgut uyar'ın aksıne "kendimize sığınak" olmadığımız -olamadığımız- için sığınak bellediklerimin de varlıklarını kaybetmek beni incitiyor. gücendiriyor belki de. şimdi zihnimde ülkü tamer'in "hah, oldu!" deyişi yankılanıp duruyor. bu yüzden bu yazıya 160 toplamı demek gelmiyor içimden. belki ülkü tamer için bir yazı kurma çalışması* diyebilirim yine turgut uyar'a özenerek.


Ülkü Tamer, Sıragöller
Haşhaş tarlaları arasından geçeceksin,
Beyaz ve mor haşhaşları havaya savurarak
Yeni bir afyon bulacaksın kendine.
İşte o zaman beni unutma,
Şairini, onun şiir yazan ellerini,
İçine dizilen sıragölleri,
Kendi kendine konuştuğun seni,
Her şeyi, hiçbir şeyi unutma.
 
Zakkumların arasından bir şehre gireceksin,
Aşk şiirleri, tabiat şiirleri, tarih şiirleri düşünerek
Bir dinamit yapacaksın kendine.
Korkma, ateşle onu.
Öldürecek nice balıklar vardır sularında,
Patlamayla dirilecek nice balıklar vardır.
İşte o zaman an beni, yaşa beni,
İşte o zaman unutma beni.
 
Hatırlanacak çok hüzünler bulacaksın,
Onların tohumunu havaya savurarak
Uzun bir yolculuk yaratacaksın kendine,
Her şeyin, hiçbir şeyin yolculuğu.
İşte o zaman an beni, yaşa beni,
Kıyılarda bile boğulan seni,
Bir saz kuşu olarak gezinen hayaletini,
Çeliğinden kemik oyan gövdeni.
 
İçinde bir kaçakçı yaşar senin,
Kayıkla dolaşır göllerinde,
Beynine tabanca ve şiir satar,
O kaçakçının bakışını sakın unutma.