*
Yazının neyle ilgili olacağına karar veremedim haftalardır. Yazmak istediklerime rağmen, askerliği bitirmiş olmama rağmen ve onca şeyi geride bırakmama rağmen nasıl ki hayatımdaki her şey son 3-4 senedir darmadığın haftalardır yazmak istediğim şeyler de –yine- darmadığın. Bi’ kere –ne sebeple olursa olsun- eski fotoğrafları karıştırmak eski defterleri açmakla aynı şey. Eski hesaplar, eski uzaklara dalış eski... Bir de aidiyet. Askerlik arkadaşıma dediğim gibi “bir daha asla Murat, bir daha asla böyle bir şey olmayacak. Biliyorum ve bu beni üzüyor.” (Murat’ın aynı duyguyu yaşadığını haykırdığı bakışları, başını sallayışı. Askerlik bu bakımdan iyi geldi, ben hayatımda hiçbir zaman bu kadar samimi bir şekilde birbirimizi anladığımızı hissetiğim biriyle konuşmadım. Zaten var olan birkaç “sivil” arkadaşımla ne konuşabilirim, konuşulacak ne kalmış ki.)
*24 Aralık 2015

12 gün önce yukarıdakileri yazdığımda nasıl bir ruh halinde olduğumu hatırlayamıyorum bile. Günler yaşarken bile öyle uzak, öyle geçmez oluyor ki yıllardır bunu yaşamama rağmen nasıl oluyor da bu duruma anlam vermiş değilim. Hem çok yavaş hem çok hızlı geçiyor yani günlerim. Saat gece 12’yi geçmiş yani artık Çarşamba olmuş. Pazartesi nerede Salı nerede, nasıl ne ara geçti. Kar yağdı yağmur yağdı tek damla ıslanamadım, dışarısının havasını koklayamadım bile. Nasıl oluyor da böyle bir şey olmuş inanamıyorum. Kendimi, “düşünebiliyor musunuz amfilerde film izliyorlar” diyen profesör gibi bilinç kaybına uğramış gibi hissediyorum. –Elvis’in yeni bir albümünü keşefettim az evvel, bu hayatta olduğumu gösteriyor, ama öte yandan askerlik arkadaşımın, “bu tür şeylerin hayatlarımızın tali yolunda olması gerekir” cümlesi yankılanıyor kulaklarımda ve sabahın 5’inde aç karınla içtiğimiz sigara konuşmaları, birbirimize gitme deyişlerimiz, bir sigara daha içelim öyle gidelim bari deyişlerimiz.-
Her neyse... Konuyu dönüp dolaştırıp susmaya getirmem gerek sanırım, neden böyle diyorum, hissediyorum bilmiyorum, ama geçenlerde mutfakta sigara içerken oyunu kapatıp telefona yazdıklarımı da umuma açmam gerektiği... –Ne rahat değil mi, eski insanlar olsak açıp not defterine yazacağız yazacaklarımızı, şimdi evernote var.-
“bir yerden kopunca ya da puruzlu bir yere dokunur gibi olunca ne yapacagimi bilemiyorum. bir duvar bulmusum da dibine oturup bekliyormus gibi oluyor her seferinde. ve her seferinde sarkisi degisiyor o beklmenin hem bilindik hem bilinmez hali. bu seferki sarki ise yine -o toy- universite yillarindan teoman'in sessiz eller'i. oyle birden soyleyiveriyorum cumlelerini. google yazmasam kimin hangi sarkisi oldugunu bile bilemeyecegim. oyle uzak sarkilar iste.”

Buydu yazdığım, yazdığımı uzunca bir ara geçmeden tekrar okuyamadığım –yazdıklarımdan utandığımı söylemenin tam zamanıdır belki de. Ha?- için ne yazdığımı bilmiyorum. Sadece teoman’ın şarkısını hatırladığımı ve hemen telefona indirip sigaranın son nefesine yetiştiğinden bir sigara daha yakıp şarkıyı öyle dinlediğimi ve odaya bilgisayarın başına geçtiğimi hatırlıyorum.

Andrew Wyeth
Az önce karanlıkta uzanırken neden artık uzun yazılar yazamadığımı, her yazıyı maddeleme ihtiyacı duyduğumu düşündüm. Sanırım bunun hem susmakla hem toparlayamamakla bir ilgisi var. Ya da yazının birbirinden kopuk paragraflar ve düşüncelerden ibaret olduğunu gizlemekti amacım. Ya da cidden bir beceriksizlik veya üşenme veya kendini gizleme isteği. İçinde tutma yani. Ne çok seçenek var değil mi “ya da”, “veya” “belki”... Hayatım da bundan ibaret sanki bir sürü seçenek arasında nereye koşturacağını bilmeden yerinde saymak. Pink Floyd’un “hep aynı yerde koşan” cümlesine 27 yıllık hayatın çoğunu sığdırmak. En azından üniversitenin son iki yılı ve üniversite sonrası için. Bence gayet mantıklı. Neden mantıklı, bilmiyorum. Ne geldi aklıma, iki yıl önce bu mevsimde iki bahçeli üç kedili bol tavuklu bir ceviz ağaçlı iki katlı ve SOBALI evimizden bu yeni eve –apartman dairesine- taşındığımızda ve bu mevsim bitip de sigara içmek için bahçe yerine balkona çıkmak zorunda olduğumu farkettiğim andı. Coldplay’ın Clocks şarkısı çalıyordu. “Closing walls and ticking clocks” şarkının çaldığını o an farkettim, o sözleri duyduğumda ingilizcem yok denecek kadar az, ama anlamıştım bu basit cümleyi. Şimdi de yürürken ne zaman başım dönse, soğuk terler döksem ya da kaşıntı bassa o şarkının o sözleri aradığım nadir şeylerdendir. Bu yüzden kulaklığım süreki boynumu sarmış girişi kotun çakmak cebinde ve bütün banklar ile parklar değerli. Yazmazsak çıldıracağız, yapmazsak çıldıracağız, dinlemezsek çıldıracağız. Yazmıyor, yapmıyor, dinlemiyor ama çıldırmıyoruz sürekli oyalanıyoruz anlık uğraşlarla -belki hislerle. Bu yüzden bize bir kişisel kıyamet lazım ya da lazım değildir hiçbir şey. Belki o baş dönmesi sırasında “dünya bir sancıdır belki de bir sanrı” yerine geçti diyecek bir sebep –bakın kişi değil, sebep- olsaydı baş dönmesi geçer kıyamete gerek kalmazdı. Kimbilir..  (Elvis’in albümü bitti, Leonard Cohen’in albümünü koydum oynatıcıya. Çok uzak zamana değil, bir kasetçalarım olsaydı geçen yıl İstanbul’dan aldığım Mark Knopfler kasedini koyup öyle yazardım masamdaki “deftere” bu da bir hayal işte. Köyde öğretmenlik yaptığım günleredir; “masam* ki şurada solgun bir köy akşamı/ bir uzun yoksul, bir başka yoksul/ düşer ellerim bir çağın artıklarına” –Turgut Uyar, Eski Bir Takvim İçin Şiirler)

Bu kadar. Sıkıldım çünkü yazmaktan. Cloud Atlas filmini 3. kez izlemek istiyorum çünkü şimdi.