(7 Kasım 2016/Güvercinlik)

Sancı kelimesini sık kullandığımı farkettim. Bu yüzden bu kelimeyi kullanmayacağım. Yazının ilk kelimesinin o olduğu konusundaki paradoksa da değinmeyeceğim ama öyle bir gerçeklik var. Her neyse. Geleceğe dönüş serisindeki profesörün bir gün tuvalette düştükten sonra zaman makinesini bulması gibi ihtişamlı bir buluş değil tabii ki yazı yazma fikri ama nerede okuduğumu bilmediğim bir Çin atasözü, "en soluk mürekkep en güçlü hafızadan iyidir." demiş. Bu yazıyı bir şeyleri daha sonra hatırlamak için mi yazdığımı bilmiyorum. Nihayetinde yazı da bir ihtiyaç. Bizim gibi kıyıda köşede kalıp hayatını idame ettirmeye çalışanlar ve şanslıysa sevdiği bir kadını/erkeği olanlar için.

Yazı konusu hatırlamak için olabilir, ama şimdi düşündüğüm, sanırım ileride hayıflanmak için de olabilir. İçimde ölen/öldürülen/öldürdüğüm şeyleri hatırlamak için değil çetelesini tutmak için. İkincisi daha doğru ve samimi geliyor bana. Yıllar önce ben daha çocukken VCS playerden Çöl Kaplanı filmini izlerken Jackie Chan'ın bir kayanın üzerine çıkıp kimim ben diye bağırması, bundan yıllar sonra üniversite öğrencisiyken Tom Waits'in Who Are You şarkısını ilk kez ve daha sonra da dinlerken de bu soru değişmedi. Kimim? Bu konuda içsel yolculuğa çıkmadım hiç. Çünkü ne Nuri Bilge gibi uzak doğuyu gezip bulutlar hep aynı bulutlar dağlar hep aynı dağlar diyecek kadar şanslı olmadım, şansımı yaratamadım. Belki üşengeçliktendir, bilemiyorum. Onun yerine Kütahya'daki Hava Er Eğitim Tugayı'ndaki eğitim alanına akşam vakitleri gizlice kaçar bulutları, güneşin batısını, denk getirebilmişsem tugayın önünden saat başında bir geçen treni izlerdim. Ankara'ya, 4. Ana Jet'e gittiğimde de Kütahya'yadakine benzer tek şeyi, Mars ve Jüpiter'i, bazı sabahlarda da içtimada güneşin doğuşunu uçaksavar komutanlığının penceresine yansıması sayesinde izlerdim. Şimdi... Şimdi mi? Gece olunca birkaç dakikalığına kapının önüne çıkıp açık havadaki yıldızları izliyorum. Sonbahardayız. Açık havaların son demleri. Yere düşecekmiş gibi yakında duran yıldızları izlemenin de son demleri. Ülkenin Deadpool'u çeviren çevirmenin deyişiyle platesten yeni çıkmış Akrep Nalan gibi kokan havasına inat... (Burada Ferit Edgü'nün, "Şehrin Üstündr Dayanılmaz Koku" öyküsüne de atıfta bulunabilirdim, bulunmalıydım da belki, ama naif bir atıf olurdu. Yazının ilerleyen kısımlarında bir liste oluşmaya başlarsa ve ben unutursam naifliği siz ekleyin isterim.

(4 ocak 2017)
bir: artık daha katı biri olduğum, katılaştıkça daha ta katılaştığımı bundan rahatsızlık duysam da bunu değiştirmek için bir şey yapmak için çok geç. Bunun nedeni etki-tepki. Çok basit bir fizik kuralıdır. Üslup kötü diye hiç yoktan çıkardığım erkek(!) kavgaları, adamı dışarı çıkarıp ağız yüz kırmalar da buna dahil. Elbette bu erkek kavgaları çok eskide kaldı, ama etki-tepki bâki. Görüldüğü üzere.

iki: Mark Knopfler... Öyle zannediyorum temmuz 2016, "Hayat bazen Mark Knopfler sesi gibi." Bunu dün gece bir kez daha idrak etmiş olabilirim. Bir şeye kızmış, kırılmış kırıp dökmek istiyorsam eğer çıktığı ilk günlerden beri yani 6 yıldır yanıbaşımda duran Apocalyptica albümü yaanıbaşımdayken ilk kez Mark Knopfler dedim. Kilometrelerce koşmuş, yazın sıcağında kazma kürek sallamış bir sussuzlukla Mark Knopfler. Sessizce, sakince izlemeye çalış. Bak bu notayı uzatacağım çünkü elimde bir kristal tutuyorum düşerse kırılacak. Sakince uzatacağım notayı sakince dinle hiç düşmesin kristal. Mark Knopfler artık böyle benim için. Ben mi? Kristal taşımaya niyeti ilan ama etki-tepkiden yorulmaya başlayan belki bundan korkan biriyim.

üç: Hani şimdi dijital insanlarız. Hepimiz müzik için walkman, yazı için not defteri, kalem fotoğraf için fotoğraf makinesi taşımıyoruz. Her şeyi bir telefonla halledebiliyoruz. O telefonda şöyle bir not var, " tetikte beklemek." Beklediğim Godot değil tabii ki, bu yazıyı okuyan hiç kimse neyi beklediğimi bilecek hakka sahip değil, hakkı olanlar da bu olgunlağa sahip değil. Khalesi'nin en yakın adamının eskiden casus olduğu itirfanı anlayamayacağı olgunluğun aynısı işte. Bu laf da şu, "memenin ve şarabın tanrısı nerede." diyen cüceden çalıntı.

dört: (Bu biraz duygusal olacak) Hastayim diye öğlen arasında sınıfın sobasını boşaltıp yeni soba yakmayı akıl edecek, "öğretmenim siz de Mahmut Hoca gibi bize çocuklarım diyorsunuz bize. Siz bizi çok seviyorsunuz değil mi?" (bunu 6 yasındaki 1. sınıf öğrencim söyledi.), lavanta resmini gösterip sevdiğim çiçeklerden biri de bu dedim diye köydeki tepeyi aşıp bir kucak dolusu lavantayla sınıfa gelen öğrencileri olan kötü, çok kötü bir öğretmenim.

beş: Hasta olduğum gün beni akşam yemeğe davet eden öğrencimin babasıyla öğrencim yanımdayken farkettim bunu, yani geçtiğimiz hafta. Eğer ileride baba olacaksam ve çocuğum erkek olacaksa Erkan gibi saçları, gülünce içimdeki tüm kötülüklerin silindiği gülüşü ve insanlara yardım etmek için didinip duran bir oğlum olsun diyen biriyim.

altı: gölglerle dans ettirilmeye zorlanan bir insan.

yedi: Anne ve babasının merhametli birisin, ağzına koyacağın lokmayı başkasıyla, bir kediyle bile paylaşacak, hak yemekten korkan insansın ama namaz kılmıyorsun yazık ediyorsun dediği, inanç konusunda ne yaptığını bilmeyen, çoğu zaman yemekten sonra içimden elhamdülillah, çok daraldığımda yukarı bakıp sen büyüksün diyen bir insan. Muhafazakarlara göre yeterli mi? Hayır. Umurumda mı? Hayır.

sekiz: Turgut Uyar'ı hâlâ çok seven, ama artık İlhan Berk'i daha çok anlamaya çalışan bir insan. "bazı sözcükler yaralı doğmuştur." veya "her şey konuşur evrende sözcükler sonra gelir." elbette başkaları da var, ama neden söyleyeyim diyen bir insan. Bir de Cemal Süreya'yı ve İstanbul'u hâlâ sevmeyen sevemeyen.

dokuz: (10 ocak 2017 eklemesi) yine bir referandum olursa HAYIR diyecek bir insan.