Üç gün ard arda bir iki saatlik uyku dışında günde üç sınava girebilen -ve bunları verebilen- biri için bir günlük uyku haliyle uykusunu alamamışlık hissi uyandırıyor. Bu bir günlük uykunun evveliyatında beş günde üç şehre gidip bir de üstüne sınava girmek, esas durağa -ikametgaha- gelinir gelinmez işe gitmek zorunluluğu olsa da bu değişmiyor.

Bir hafta önceydi. Bugündü. Bu saatlerdi. Dört yıl önce başka şehirde ilk kez -neyle karşılaşacağını bilmeden- yattığın yatağa ev sahipliği yapan şehirde, yurtta, bu kez neyle karşılaşacağını çok iyi bilerek yataktaydı. Telefonla uğraşıyordu. İpe sapa gelmez anlık ve incir çekirdeğini doldurmayacak okumalar falan filan. Perşembe halleri, sınav halleri, sevdiğin hocayla konuşma halleri, eski arkadaş'la buluşma halleri, muhteşem Tatar Ramazan'lı, Fikret Kızılok'lu, Pink Floyd'lu, Zuhal Olcay'lı, Ahmet Kaya'lı dostluk, kahkaha, keder, yalan, sıcaklık barındıran mükemmel kelimesinin karşılık bulamayacağı pazar halleri. Fırından  eve dönülene dek yenilen ekmeği de unutmamak lazım. Koca bir çocukluk var orada. Sonra pazartesi, laboratuvar ve yeniden yol halleri...

İş hallerini teğet geçiyorum. Rahvan gitsin!

Aşkın ve yalnızlığın, yakınlığın ve uzaklığın halleri var. Ki evveliyatında beş günlük bir koşuşturmayı ve an itibariyle yaşanmaya devam eden uykusuzluğa ve hastahane hallerine rağmen bu yazıyı yazdırmaya neden olan haldir. Hali mi anlatacağım, bilmiyorum. Bir sigara yak hele de biz de dumanından faydalanalım. Nasrettin Hoca'nın yemek kokusu meselindeki hesap hani.
Denizi olmayan, sudan anladığı, ara ara petrol kokusu gelen, bazen de petrol karışan, bin yıllarca ayakta duran bir şehre, Hasankeyf'e, şehirlik yapan bir şehirde doğan, büyüyen, kapana  kısılan biri için deniz çok şey ifade etmez. Onu ifade eden, bisikletle kenarında turladığı buğday tarlaları, kardeşiyle okuldan kaçıp talan ettiği pamuk tarlaları, burada da mı yetişmeye başladılar diye şaşırdığı mısır tarlaları, bazen de gözünü karartıp suluğu buzlu suyla doldurup yakın köylere gitmektir. Bisikleti kullanamayacak kadar eskitip -ve büyüyüp- kenarda bıraktıktan sonra da bu ilgisi devam etse de sadece uzun yollarda görmek -dolayısıyla yetinmek- zorunda kalmak yeni ifadeler için gerekli mazereti aramak için yeterli oluyor.
Hastane hallerinde farkına vardığım üzere... "Şehir ışıkları" (reklamcı olanlar değil ha, bildiğiniz ışık!) bu ifadeler arasına gireli epey olmuş. Özen Yula'nın minik bir yazısında dile getirdiği gibi evlerden azade...
Nedir şehir ışıkları. Dürüst olmak gerekirse bilmiyorum. Lisedeyken okuduğum Nihan Taştekin'in Yağmur Başlamıştı kitabında geçen birkaç cümle -yeşil ev, evlerinde sevişenler vd.-, Şebnem Ferah'ın Geçmişe Yolculuk şarkısından "kaldırma kuvvetim var, ama şehrin atıkları..." cümlesi, İnto The Wild filminin afişlerinden birinde ışıklar içindeki şehre bakan kahramanımız,  Kürk Mantolu Madonna'da soğukta yaka bağır açık halde yürüyen Raif Bey ve şimdiki son derece kişisel nedenden hatırlayamadığım, bilmediğim, sallayamadığım şeyler şeyler ve şeyler...

Her şey yerine kullanılabilen şey zamirine gerek kalmadan kullanılabilecek yeni ifadeler de var. Tarlalar yerine kullanılabilecek. Belki Sema Kaygusuz, Ahmet Hamdi Tanpınar, Turgut Uyar veyahut Nilgün Marmara kadar değil, ama Dünya'nın derdine ortak olan -kişi burada kendini övüyor- için kalabalıklar da pekâlâ yeni ifadelerden sayılabilir. Uzun bir yürüyüşün ardından soluklanmak -kimi zaman sigara içmek- için oturulan bank, kaldırım, nispeten alçak bir duvar... Sadece dinlenmek için değil, bir de çay içmek için girilen kahvehanede rast gelinen kalabalıklar. Bir bilim kurgu filminden fırlamış gibi oradan oraya koşuşturan memurlar, işçiler, ağızlarında sigarayla yürüyen sıradan insanlar, evlere ve iş yerlerine servis yapan dürümcü ve diğer yemekçilerin elemanları, ambulanslar, polisler, kornalar ve düdükler. Kimi zaman sigara dumanının ardından, kimi zaman da kahvehane camının ardından görülen bu kalabalık, kalabalığın ne yaptığı/yapmaya çalıştığı, insanların yüzündeki ifadeler, hayat telaşesi, savrulup duranlar... Sokak çocukları değil belki, ama erkeğin döllediği, kadının doğurduğu ve sokakları mesken tutmak zorunda kalan çocuklar, çocukluktan, gençliğe, gençlikten yetişkinliğe, yetişkinlikten yaşlılığa dek orada kalan/kalmak zorunda kalanlar, mülteciler, ve çinganlar. Hepsinin toplaşıp dünyaya küçük bir hisseyle ortak olması yetmezmiş gibi bir de üstüne acısını çeken, -bazen- her yüzden ve halden anlam çıkarmaya çalışan için sonsuz -sonsuz derken Çetin?- ifade demek. Elden gelen ise üşengeçlikten ve korkudan biriktirmek.
Kitaplar, filmler, müzikler. (Amca, geceden beri inliyor, ritmik bir ses oldu artık. Galiba.)

Her şeyin biriktirilmeye mahkum olduğu, harcamak için can atılmadığı, bir seviyeye ulaşınca patlak vermesi -tahmin edersiniz ki- kaçınılmaz oluyor. İster bir söz, ister bir savaş, ister 2 haftadır elde sürünen 97 sayfalık öykü kitabındaki bir öyküden ve masaldan etkilenmek olsun.
İfadeler ve anlamları biriktirildikçe, neyin ne olduğu, zihinde niçin durduğu, zihne ne zaman nerede kaydedildiğine dair bilgiler karışıyor. Bugün, yarın derken ertelenenler de artık anlam ifade etmediğinden...


    "Artık kâbus bitmek üzereydi. Ateşe verilen kâğıtlar büyük bir hızla tutuşuyor ve etrafında bulunan her şeyi içine alarak yutuyordu. Alevler içinde kalan yaratık son bir hamleyle "yağmur" yazarak kurtulmaya çalıştı; fakat artık çok geçti. Alevler vücudunu sardığında, korkunç çığlıklarla can çekişerek yanıp bir avuç kül oluverdi bir anda. İnsan, bir alev topuna bir evin karşısında, yarattığın yok oluşunu izledi huzur içinde. Nihâyet kurtulmuştu insan; yorgunluktan kırılan bedeni dinginliğe kavuşacaktı artık.
   Yağmurlu bir günün akşamıydı. Islak kaldırımlarda sürüklenmekten gelen dünyanın en yorgun insanı ölü adımlarla evine doğru yürüyordu. Yol üzerindeki bütün ağaçları, insanları ve kapıları geçtikten sonra evinin içinde ilerlemeye başladı. Mutfakta ve salonda olmaktan çıktığında, balkondaki koltuğuna yığılıp kaldı öylece. Hiçbir güç ona dokunamazdı artık; onu uyandıramazdı hiçbir güç. Yorgun bedeni bir tüy kadar hafifleyecekti sonunda, ama yerinden kalkamayacaktı bir daha...
Yağmur durmuş, bütün kalemler susmuştu artık."
Özcan Doğan, Bay How Ne Yapmalı?, Doğu Batı Yayınları, Mart 2011 

Dipnot: Her şey birdenbire oldu ve bilmiyorum ne olacak.