Resmî ve fiili öğrenciliğim sırasında üniversitenin Bilgi İşlem Ar-Ge bölümündeki 1 yıllık çalşmaklığımı saymazsak --bakın, beride 15 yıllık öğrencilik hayatı var, ama o konu dışında-- hafta sonlarının, özellikle pazar günlerinin değerini bilmezdim. Bu haftaya kadar. Çalışmakla çalışmamak arasında, para kazanmakla kazan(a)mamak arasında kalmışken ne yaptığını, niçin çalıştığını ya da bütün gün reklam ajansında (ajans dediğim matbaacılık dışındaki reklamcılık... Adamlar ajans diyor ben dükkan diyorum.) -film indirdiğin için kesilen- internetin olmadığı için oynadığım MohaaConflict: Desert Storm gibi özgürlükçü büyük abimiz Amerika'nın Dünya'nın muhtelif yerlerine özgürlük götürmesine yardım ettiğim oyunlar, olmadı her sabah inatla o dükkana yanıma aldığım kitap, okunmamış kitap ekleri ya da gazete küpürlerini okumak için taklalar atmanın neden/lerine vâkıf olamıyorsun. Bir yandan müzik çalar, bir yandan müşteri gelir, patron bir şey ister, matbaaya gidersin eşek ölüsü gibi malzemeleri taşıyıp bir de yetmezmiş gibi asmaya, -gerekirse- dikmeye, kurutmaya, bazı bazı da deve gözü -bazılar kuş gözü der- takmayı izlemek evet evet, izlemek. Öyle sayınca bunları yaptığımı sandım, sizin gibi... Bakıyorum sadece. Sırf ilgileniyormuşum gibi görünmek için. Hani az biraz ilgili davransam -hiç olmazsa- acil bir işim çıktığında, kafama estiğinden çıkmak istediğimde, rahatça sigara içmek için izin istemeye, şuraya gideceğim de şu vakitte dönerim demek için... Bunlarla uğraşırken kuyrukları birbirine dolanan 41 tilkiler (kırk mıydı bin miydi kafada dolaşıp kuyrukları birbirine değmeyen o tilkiler) hali hazırda eksik olan bir şeyleri daha da eksiltiyor. Turgut Uyar'ı eksiltyor, Edip Cansever'i eksiltiyor, Faruk Duman'ı, Woody Allen'i, Kubrick'i eksiltiyor kefeden sigara ve "öf"ler olarak diğer kefeye koyuyor.

Sözde depo özde folyo mezbahanesi.
Pazarı ikinci kez tatil görmenin/ anlamanın mutluluğu bu nedenlerdir. "Kendinize vakit ayırın" diyen kişisel gelişim(!) erbaplarının cümlesindeki giz de bu noktada anlaşılıyor... Hiçbir şey yapmayan, yapmak için çaba harcamayan, uzanıp bir film izlemeye üşenen, canı sıkıldığı için sofradan yarı aç yarı tok kalkan birinin kendisine vakit ayırması, değeri bilinen "pazar"ın haller haline gelmesine zemin hazırlayanlar ne olabilir ki? Hele ki tek arkadaşı yaşadığı şehirde yokken ve olsa "iyi" olmasa "fark etmez" denen kişinin nöbet gününe denk gelmişse... Sırasıyla; müzik, bank, kafe, kitap, park ve kahvehane..
Yine... Sırasıyla.

Sanırım hiçbir şey yapmadan kendimize zaman ayırmanın en kestirme yoludur müzik dinlemek. Bu, 16 GB dahili hafızası olan N96'dan 4GB'lik hafıza kartı olan Samsung Galaxy Mini'ye dikey düşüş yaşayan benim için de öyle. Eski telefonda her an ihtiyaç duyacağını bildiğin -akla ilk gelenlerden, Ezginin Günlüğü, Loreena McKennitt, Yann Tiersen, Travis, Feridun Düzağaç, The Moody Blues- kişilerin bütün albümleri elinin altındayken şimdi yenilere yer açmak için eskileri silmek zorunda kalmak bile olsa geçerliliğini koruyor. Özellikle müzik tavsiyesinde bulunan "tesadüf" dostları ve telefon açıp çat pat çaldığı gitar eşliğinde güzel sesiyle şarkılar söyleyen yıllanmış/ yıllanmaya devam eden dost varken. Bu avantajlar varken burnun dikine gidip aynıları defalarca dinlemek ya da yeni liste yapmaya üşenmeyi atlatıp "rast", "yol", "kısa", "v.2" gibi ne dediği anlaşılmayan, ama oluşturucu için ipucu olan listeler ve isim vermeye gerek duymadan "yeni çalma listesi" listeleri arasında seçim yapmak da "vakit ayırma" araçları haline geliyor. Yürünecek yol uzun, hava güneşli caddeler, parklar ve banklar kalabalık... Gürültü... Yürüyerek vakit ayırayım, ama delirmeyeyim o kalabalıkta, gereksiz yere korna çalana, kaldırımda motosiklet, bisiklet ve hatta araba kullanan insanlara küfür etmeyeyim. "vakit ayırma" içinde vakit ayırma.

Bence insanlığın kaldırımdan sonraki en büyük icadı banklardır. Yürüyorsun, yoruluyorsun bir bank görüp çöküveriyorsun. Tabii benim için kaldırımlar ilk sırada olsa da garip bakışları kaldıramayacak haldeyken sigara içmek için -şimdi farkettim de bugünlerde sigaradan çok söz ediyorum. Hayırdır inşallah!- bir güzelliktir. Geleni geçeni izlemek de kâr. El ele dolaşan çiftleri görmek de... Neyse.

Söyleyegeldiğim bir şey var. Kafelere alışık değilim. Birkaç ay öncesine kadar kahvelere de alışık değildim. -
Tomris Uyar; Kitapla Direniş, sf. 98 (YKY)
Hâlâ da alışık değilim oyun oynanan yerlere. --Bir kelime bulup netleştirmek lazım bu durumu. "Yarı kırâathâne" nasıl? Bir şeyler okuyan tek kişi olsa da oyun yok en azından. Bunu da geçelim zamanı gelir elbet.-- Yaklaşık 1 ay önce TEGV merkezinden gelen misafirimizle buradaki gönüllerle toplantı yaptığımız kafeye uğradım. Bir çay içer kalkarım düşüncesiyle. O akşamki gibi sakindi. Öğretmen Evi'nin bahçesinde olması da diğer mekânlara nazaran bağırarak konuşan ya da yüksek sesli TV'nin olmayışı ayrı bir getiriydi ki burada kitap ve derginin yeni sayısı için gönderilen "tren yolculuğu" yazısını okumaya, kısmen de olsa editör notu eklemek yeni sayının yayın tarihi yaklaştıkça işlerin karışmasını bir tutam da olsa engellemek açısından önemli bir getiriydi. Güzel kadın, Edip Cansever'in "Adını yenile bu yıl, ama bak Tomris Uyar olsun gene" dediği "En Kızıl Levent"* Turgut Uyar'ın karısı Tomris Uyar'ın** Kitapla Direniş'indeki öykü yazılarını da eklemek gerekir. Yıllarca öykü yazmak için cesaretini toplamaya çalışan benim için çok çok (en üstünlük zarfı güzeldir be abi, bakmayın söyleyişte dile takılmasına!) önemli.

"Pazar... Boş bulunmuşluk, heyecan hali..."

*"En Kızıl Levent" tanımı BİR+BİR dergisinin Turgut Uyar'ı kapak yaptığı sayıda geçer. Yanılmıyorsam 2011 Ağustos sayısıydı.
**Bağlantı şeklinde verdiğim Tomris Uyar fotoğrafı Şahin Kaygun çekmiştir. Çaldığım yer ise Turgut Uyar'ın oğlu Hayri Turgut Uyar'ın aile arşivini kısmen aktardığı internet sitesidir.
Derkenar: Yazdığım yazıların yüzüne yeri gelir aylarca bakmam. Bu yüzden hataları uzun süre görmezden gelirim. Elbette yayınlamadan önce mutlaka düzenlerim, ama burada yazdıklarımı direkt bilgisayarda yazıp derhal yayımladığımdan çoğu hata gözden kaçıyor. Hatalar için affola!





Bu nereden çıktı demeyin, sokağa girerken gördü beni ve eve kadar
bacaklarımın arasından geçmeye çalışarak takip etti.
Ödülü yoğurtlu ekmek oldu.