bir eski şehre dönmenin dayanılmaz ağırlığı yokluyor. başımı yastığa koyunca uyuduğum geceler birkaç aydır yine geride kaldı. hangi şehirde, hangi şartta, hangi ortamda olursam olayım alıştıktan hemen sonra uykusuz geceler geri geliyor. buna 3 yıl önceki askerliğimin ilk ve son aylarını karşılaştırarak ulaştım.nedenini ise araştırmaya ya da üzerine düşünmeyi hiç düşünmedim. istanbul'daki 1 haftam da buna dahil. bildiğim; geceler uzun, müzikler güzel, diziler ilgi çekici ve sürükleyici, sinema ise bugünlerde çorak ve eskiden olduğu gibi sanat kaygısıyla çekilen filmleri izleyemiyorum. şu son cümleden sonra düşünceler yine uçuşmaya başladı. hangisini hangi sırayla yazacağımı bilmeden, her biri canhıraş bir halde sivrilmeye çalışırken ironik bir şekilde Sound of  silence'ın son cümlelerini fark ediyorum. ardından çok sevdiğim bir müzik başlıyor. evet, bir vals müziği. bir yunan orkestrasına ait olması da ayrı güzellik tabii. yıllar yıllar geriye götürüp o loş odada yapılan acemilik abidesi dansa götürmesi ise sarkaçta kalmaya başlayan güzel bir anı. zaman gibi. donmasını istediğim kısa, geçmesini istediğim uzun zaman aralıkları. peter cappaldi'nin sesiyle "Time! Time doesn't pass."
şimdi yine bir eski şehre dönmek üzere aylardır gittiğim şehirlerden aldığım kitap, defter, kalem ve ıvır zıvırları toplamaya çalışırken en çok "elvan, beyoğlu, zafer, ankara, niğde" gazozlarının şişelerini nasıl kırmadan götürebilirim, götürdüm diyelim nerede nasıl muhafaza edeceğim? sorusunu sorarken buluyorum kendimi. bu soru da öyle çok şeyi düşündürmeye itiyor ki az önce nasıl ki kitapları bırakıp bilgisayarın başına oturup bunları yazmaya başlamışsam şimdi aynı şekilde bilgisayarı kapatıp telefondaki tek oyunu açıp rastgele bir şeyler çalarken sigara üstüne sigara yakarak oynamayı tasarlıyorum kadıköy'den aldığım 3 defterin kahverengi kapaklısına yazdıklarım aklımda iken.
kadıköy demişken, ay tutulmasını haydarpaşa'ya bakan iskelede izledim, moda'ya yürümedim, gar'a gitmedim, boğa'ya bakmadım, sadece korkulukları kaldırmışlar dediğim yerde saatlerce ama saatlerce durup önce tutulmayı sonra game of thrones'ın 7x6'sını izledim. çünkü korkulan mekânlar varmış bunu istanbul'a girdiğim ilk saniye öğrendim. artık korkuyor muyum? hayır. yeni mekânları tek başıma edindim ve -Edith Jacobson'a atıfta bulunacak olursam- "libidinal yatırım"ı benliğime yaptım ve arkadaşımın tabiriyle "fransız peyniri" her zaman muğlak bir ifade olacak.

liste:
jovano jovanke, 17 hippies
emiliana torrini, sound of silence
jeff russo, fauxlero


ne kuş ne balık derken masamdaki balık.