Laf olsun diye demiyorum, bazen her şey ve herkes anlamını yitiriyor. Filmlerden izlediğim, kitaplardan okuduğum, insanlardan duyduğum kadarıyla şöyle tasvir edebilirim anlamsızlığın oluştuğu anları.

Diyelim bir uçurum bir kenarında bir üfürüklük mesafeyle boşluğa karışacaksın. Bildiğimiz uçurumlarda sarp kayalıklar, taşı delen kökler, taşı sarmış yabanıl otlar olur. Anlamsızlığın oluştuğu anlarda gözümde canlanan uçurumun boşluğunda bunların hiçbiri —yani bu ten rengine yakın kayalıklar, kahverengi veya yer yer bordoya çalan kökler ile henüz yeşermiş/kurumuş otların soluk sarısı ile yeşil renkleri— yok. RGB ya da CMYK denilen ana renkler değil, beyaz ya da siyah dışında hiçbir şey yok. Tasavvur etmekte zorlandığım dipsiz bir uçurum ve beyaz/siyah boşluk.

O boşlukta sallanıyorum işte o anlarda. Ya da şu an. Kıt "fizik" bilgimle, havanın, yer çekiminin olmadığı düşüş veyahut herhangi bir şey olmaz. Ben gibi. Sözünü ettiğim fizik kuralı varsa ben yokum.


—Ya da şöyle bir ekleme yapalım. Anlamsızlıkla olmasa da onunla ilgili sanırım. Renkler anlamını yitirmez. Beyaz sandalyenin beyazlığı gözden akar, siyah ayakları gözden akar sandalyenin, karamel renkli masanın rengi gözünden akar -saçlar gibi- sigara dumanı gözlerinden akar, rengiyle birlikte içine soluyup dünyaya verdiğin... Müziğin hızına yetişemiyorum. April hızla akıyor. Oysa yarım saat kırk beş dakika önce yazdığım ön yüzde ne iyiyidi. Erkan Oğur çalıyordu. Bir Sevda diyordu, Nilüfer diyordu.

2 Mart 2013, —bahar temizliği adı altında eve gitmekten kaçınılan gün.