14 Mart 2011'de yine bu saatlerde "anılar ne işe yarar?" sorusunu sormuşum. elbette, soru benim değil, bilge karasu'nun. 2011 yılında büyük ihtimalle yine yurdun çalışma odasındaki masamda bu saatlerde kimbilir neyi düşünerek bunu yazmışım. sahi, anılar ne işe yarar. nick cave'i ilk kez malatya'dan elazığ'a şimdi en son ne zaman dinlediğimi bile unuttuğum ama neden dinlemedigimi çok iyi hatırladığım feridun düzağaç'ın konserinden dönerken firat nehrinin üzerindeki köprüden geçtiğim sırada bu "kimmiş yav?" diye telefona baktıktan sonra "iyiymiş." diyerek dinlemeye devam etmem ve aradan geçen o yıllara rağmen bugün bile o gün dinlediğim albümden başka albümü bir türlü dinleyememi sabitleştiren bir şeydir belki. yani, anılar, hayatın sabit noktaları olabilir pekâlâ. düz bir çizginin düğümlendiği birer nokta da olabilirler. hani şu hepimizin çözmediği/ çözemediği/ çözme niyetinin olmadığı farklı anılar.
yazıyı bunun üzerine kurma niyetim yok söz edilip geçilmesi gereken bi' dolu şeyden 1 tanesi sadece. tabii, üzerine düşünülmesi gereken bir şey de.
birkaç aydır öykü düşünmeye başladım. kafamın içinde yazıp hiçbirini kâğıda yazmamamın nedeni bir defterimin olmaması. masaya ve rafa baktım sırt çantamdakileri düşündüm. Bursa, Ankara, İstanbul, İzmir ve Ezurum'dan aldığım 7 defterim var. Arkadaşlarımın hediye ettiği 2 defterim daha var. Üstelik sadece 2 tanesini kullanmama rağmen hiçbirine birak öykü yazmayı kişisel tek bir not yazmak gelmiyor içimden. mesela birinin bir koşesinde geçen ay yapmaya karar verdiğim izlediğim yeni filmlerin adlarını bir köşesinde okuduğum, okuyacağım kitapların listesi var. Diğerinde sürekli kart yolladığım birkaç kişinin ve alman mektup arkadaşımın adresleri var sadece. defter ve kalemle ilişkim bu kadar işte. yani bu kadar"cık" bir hale gelmiş. ama yine de her şehrin kırtasyelerine uğrayıp yeni defterler, kalemler almaya devam ediyorum. oyuncak dükkanına giren bir çocuk gibi aklım başımdan gidiyor kırtasyeden ıçeri girince. bir de eski, yıllardır buradayım diye bağıran bir kırtasiye ise sanki her köşede bir hazine bulacakmışım gibi hissini her zaman tüm coşkusuyla hissediyorum. Her neyse, öykü düşünüyorum ama kâğıda yazmıyorum. öyle zannediyorum ki buraya yazdıklarım olmasa yazı yazmayı tümden bırakacakmışım.
bugün eve geç döndüm. eve girdiğimde saat 2'yi geçmişti. sokağa girdiğim sırada yağmur yağmaya başladı. gecenin bir vakti sokakta tek başına yürürken yağmurun başlaması belki biraz romantik düşünüp raif bey'i hatırlayabilirdim gerçi o an çaresiz bir an değildi, ki bu da boşa bohemlik olurdu sanırım. zaten raif bey'in yaşadığı an da romantik değildi. midnight in paris filminin son sahnesi diyeceğim ama o da çok vıcık be kardeşim! elbette yağmurda ıslanmaktan kaçmamak en makbulü ama o dediğimiz şey de filmlerde oluyor. mesela kardeşim ve eşini öyle bir yağmurda kol kola görünce "paris mi lan burası, böyle yağmurda yürümeler?" deyince "ne paris'i lahmacun yemeye gidiyoruz." cevabı gibi bir anı gerekir. bence bu makul olan. yağmur yağarken şemsiyeyi siper edinip öpüşmek veyahut eve gidip sevişmek. bu da şarkıda geçiyor. bülent ortaçgil söylüyor. şunu söylemek istemiyorum, düşündüğümüz, düşlediğimiz anlar sadece filmlerde ya da şarkılarda geçiyor o dediğin biraz zor. ya da tam olarak böyle söylemek istiyorum. bilemiyorum. bildiğim, önceden tasvir edilen bir anın yaşanması onu anı değil canlandırma yapar. bildiğim kadarıyla bu da tiyatro olur. benim anı dediğim ise birini öperken akla gelen ilk şeyin söylenmesi olur. ki burada bu "şey" bir ceylanın su içtiğini anlatan kısa, çok kısa bir öykü veya çantadan çıkarılan kitaptan okunan bir turgut uyar şiiridir.
*öykü düşünmem için cesaret verdiği, öykü yazmamam için cesaretimi kıran ferit edgü'ye ithafen.