"her aksam oldugu gibi o aksam da yemeğimi yedikten sonra dışarı çıkmıştım. bu sefer fotoğraf makinemi de almıştım. belki birkaç bina, soğuktan kaçan birkaç insan sansliysam bankanın köşesinde kestane satan adam bu sefer izin verir fotoğrafını çekmeme izin verir umuduyla. postahane binasına varınca  daha önce onlarca fotoğrafını çekmemişim gibi tuttum yine o binanın, bina girişinin solunda kalan telefon kulübelerinin meydandaki banklardan birine soğuğa aldırmadan oturan adamın fotoğraflarını çektim.(...)"
2018 aralık ayının 28. gününde böyle bir öyküye başlamıştım. yazmadan hemen önce sisler bulvarı'nı dinleyesim vardı açıp dinlerken de yazmaya başlamıştım. ılerleyen satırlar mor ve ötesi ile hüsnü arkan'a uzanınca tehlikeli sulara girdiğimi "farzedip" sonlandırmıştım. elbet birgün yazmaya devam edeceğim belki bitireceğim de, kim bilir... şimdi durup dururken neden bunun hakkında yazmaya başladığımı soruyorum kendime. cevabı da sanırım şudur, telefonun tarayıcı yer imlerini temizleyeyim derken unuttuğum bir siteye denk geldim. o siteden 3 albüm indirdim ve son birkaç gündür bu 3 albümü dinliyorum. 2014'te galata civarında eski eşyalar satan bir dükkandan 5 kaset almıştım. kayahan'ın 3 albümü şu dünyada her şeyin en güzelini hakkettiğine inandığım arkadaşıma doğum günü hediyesiydi. mark knopfler vangelis kasetleri ise kendim içindi. tam çıkacakken gördüğüm sarı kapaklı ritsos kitabını da almıştım. kasetlerin jelatinlerini dahi açmış değilim henüz, çünkü kasetçalarımızın bozulmasının üstünden yıllar geçti. işte o kasetlerden biri sitede görüp indirdiğim albümün de müellifiydi. heyecanla dinlemeye başladığım "piyono" albümü bir insanı ne kadar hayal kırıklığına uğratabilirse o kadar hayal kırıklığına uğrattı. 2015 sonlarında bir hava üssünde askerken prag ismine kanıp dinlediğim brian crain'in impressions from paris to prague deneyimimden ders almam gerekiyordu ki piyano albümleri hiçbir zaman tek başına "olağanüstü" olamıyor, tatmin edemiyor. çok sevmeme, canlı dinleme imkanını kıl payı ile kaldırdığım andre rieu çalsa bile olmayan olamayan keman gibi. bu yüzden şimdi buraya yazarak kayıtlı bir not düşüyorum kendim için, piyano ve keman tek başlarına hicbir zaman çekilecek dert değil. herhangi  bir filarmoni orkestrasının herhangi bir parçasına eslik eden keman ise bambaşka dünyalara kapı aralayabilir ki filarmoni orkestraları bu yüzden kalbimdeki özel yerlerini hiçbir zaman kaybetmeyecek. burada berlin filarmoni orkestrası'nı bilhassa vurgulamam gerektigini düşünüyorum. zamanında, "berlin'e değil ama bu orkestrasına hayranım!" dememdeki gibi. ha şimdi aslında berlin'i de sevdiğimi söylemem gerek. neyse...  zaman neyi gösterir bilemiyorum ama en azından uzun zaman dinlenmeyecek bir albüm daha kesfetmenin hafifliği ile geçirdim bugün. o albüm de vangelis'in nocturne albümüdür. piyano sevenler için elbette böyle olmayacaktır. ama chopin'in winter waltz ile george wilson'ın canon piano in d minör yorumunu dinledikten sonra nocturne albümüne güzel diyebilen bir insanla bu konuyu tartışamayacağımı düşünüyorum. ikinci albüm de yine vangelis'in. 2016 çıkışlı rosetta albümü. hem kitaplarda hem müzikte müellif ile inatlaşmayı sevmiyorum. yani bir kitabın ilk birkaç cümlesi güzel değilse kitap okunacak kitap değil, bir albümün ilk şarkısının ilk 10-15 saniyesi hah dedirtmiyorsa albüm genel olarak kötü, şanslıysam belki 1-2 güzel şarkı çıkar. ama ne yazık ki 2000'leri yaşamaya başlayalı 19 yıl oldu ve artık bütün albümünü dinletebilen, her şey ile o albüme odaklanmayı sağlayan eski yılların eski albümleri yok. aslında eski sanatçıları da yok. bugün hans zimmer bile sadece 1 şarkısını dinletebildiği bir soundtrack albümü çıkarabiliyor. bu, filmden çok müziklere odaklanan benim için trajedidir. bu yüzden rosetta ile inatlasmaya karar verdim. ilk 3 şarkı rahatsızlık veriyor 4. şarkı exo genesis iyi başlayıp öyle devam ediyor diğer şarkı da böyle olursa ne güzel. güzel olan olmuyor. öyle ki albedo 0.6, inadım inat kıçım iki kanat dersen olacağı bu dercesine pişmanlık veriyor. sunlight eh işte, albüme ismini veren rosetta ise son zamanlarda dinlediğim en güzel müzikler arasına giriyor. bu tür müziklere son zamanlarda öyle ihtiyaç duyuyorum ki... bu yüzden üniversite yıllarında dinlediğim eski bir albümü de o siteden indirip defalarca baştan sona dinledim. avatar filminin soundtrack'i. galdiator soundtracki gibi hicbir şarkısını atlamadan dinletmese de benim için en iyi albümlerden biri. çünkü benim için bir film müziği albümü hatırlamak istediğimde  hem filmin sahnelerini hatırlatacak hem de diyelim ki kulaklığı takmış bir yerden başka bir yere gidiyorken eslik edebilecek. bunu sadece gladiator ile avatar albümleri yapabiliyor. clint mansel'in requiem for a dream'deki marion barfs, (ki onu da bence kate chruscicka elektro kemanıyla çok daha güzel çalıyor https://youtu.be/i90OgYzB21g) the fountain'deki death is to road awe şarkılarını da dahil edebiliriz. liste, başka bir çalma listesine konu olacak kadar uzatilmaya müsait bu yüzden burada kesiyorum. (james horner'a ait başka albüm dinlemişsem bile hatırlamıyorum. ya da dikkat etmemisimdir. girip baktım, star trek'in 2. sinema filmi olan wrath of khan'ın muziklerini de yapmış. en sevmediğim star trek filmi. j.j. abrahms'ın yönettiği 2013 yapımı into darkness filmi star trek ruhuna "çok" uygun olmasa da 1982 yapımı wrath of khan'dan daha çok seviyorum. tabii khan rolünü benedict cumberbatch oynadığı için de olabilir bu... izlediklerim arasinda titanic, amazing spider man, braveheart, a beautiful mind filmlerinin de müziklerini yapmış.  bundan da dikkat etmediğim sonucunu çıkarıyorum.)